Hans Köchler

Geçiş Döneminde Küresel Düzen(sizlik)

Gelişen Çok Kutuplu Dünya’da Türkiye’nin Rolü

Pamukkale Üniversitesi, 16 Ekim 2008

Tercüme: Prof. Dr. Türkkaya Ataöv

Denizli Magazin Gazetesi, October 2008

http://www.denizlimagazingazetesi.com/

Dünya siyasetinde devletler arasındaki ilişkileri bir istikrara, belirli bir uyuma kavuşturan bir “güç dengesi” gerekir. Öte yandan, tek-kutuplu bir dünya düzeni ise, başka bir şeydir. Sözünü ettiğimiz dengeyi devletlerin önde gelenleri, hattâ göreceli olarak arkadan gelenlerin de desteğiyle, bölgesel - ya da daha yerinde bir deyimle – küresel bir çerçeve içerisinde gerçekleştirirler. Söz konusu düzen siyasal, ekonomik, toplumsal, kültürel ve askerî yanları olan karmaşık bir çerçeveyi içerir.

Söz konusu güçlerin daha çok ekonomik küreselleşme nedeniyle belirli bir çerçeve içinde yer alışı, günümüzde 19. Yüzyıla kadar olan uzun süreden farklı olarak, bölgesel inzivaya izin vermez; yani, artık belirli bir coğrafya ile sınırlı değildir.

Tarihte tek-kutuplu dünyasal bir yapı ancak bir istisnadır. Var olduğu zamanlarda bu durum gerçekte sahibi olmadığı bir gücü abartarak etki yapma ve başat bir rol oynama uğraşından ileri gitmez.

Daha sıklıkla, Roma İmparatorluğu’ndan ve Orta Çağlar’dan bu yana, art arda gelen çok-kutuplu düzenlerin tanığı olduk. Bir çok güçlü devletin kurduğu denge çerçevesinde içlerinden kimileri, silâhlı mücadele de dahil olmak üzere, başat rolü oynamaya çalıştılar ama egemen düzen gerçekte bunlar arasındaki dengeydi.

Bu bağlamda, dengenin olmadığı rastgele bir “güç dağılımı” ile birçok gücün karşılıklı ilişkilerinde kurdukları “denge” arasında bir ayrım vardır. Bu ayrımı daha başında saptamak zorundayız. Birincisinde, yani olağan güç dağılımında devletlerin oldukça dinamik bir ortamda sürekli eylemleri söz konusudur. Denge ancak kurulduktan sonradır ki, bu güçlerden herhangi biri artık sürekli olarak söz dinleten bir egemen olamaz. Öte yandan, tek-kutuplu dünya ancak bu dengenin yokluğunda gerçekleşir. Ne var ki bu durum olağan-üstü koşulların sonunda ortaya çıkan bir istisnadır.

Geçmişteki silâhlı çatışmalar bu güçlerden birinin ya da birkaçının var olan dengeyi kendi yararına değiştirmek isteyişinden doğmuştur. Son birkaç yılın siyasal tarihinde o dengeyi değiştirme çabaları da görülmektedir. Bu çabaların nedeni çoğu kez güç ilişkilerinin istikrarsız oluşudur.

Yakın geçmişte, yani 20. Yüzyılın ikinci yarısı, kimi Batılılarla Japonya’nın başlattığı 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ile Sovyetler Birliği’nin başını çektiği ve “Soğuk Savaş” ya da “Doğu-Batı çatışması” diye bilinen iki-kutuplu bir düzen yer aldı.

ABD ile Sovyetler’in her ikisi de nükleer füzelere sahip olduğundan ve bunun sonucu olarak birbirinden çekindiklerinden küresel egemenlik peşinde olan bu iki büyük güç arasında bir 3. Dünya Savaşı çıkmadı. Gene bunların tetiklediği Kore’deki ve Vietnam’daki acımasız bölgesel silâhlı çatışmalar genel kuralın dışındaki örneklerdir.

Bu bölgesel olmayan, yani küresel ve istikrarlı denge 40 yılı aşkın süreyi kapsadı ve Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılması sonucunda Amerika’nın tek süper güç olarak ağırlığını koymasıyla sona erdi.

1990’lardan bu yana, ABD’nin kendini dünya egemeni olarak açıklaması ve bunun kimi başkalarınca da kabul edilmesiyle, başka türlü bir küresel “denge” oluştu. Tek-kutba dayalı bu türlü bir küresel düzen Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu’nda Soğuk Savaş’ın eski çift-kutupluluğundan doğan etkisini de ortadan kaldırdı.

Bundan böyle, ABD Güvenlik Kurulu’nda veto yetkileri olan öteki dört üyenin muhalefeti ile karşılaşmadığı yeni koşullara kavuştu. Bundan ötürüdür ki, 1990-1991 yıllarındaki Körfez Bunalımı sırasında ve Libya ile Batılı devletler arasındaki anlaşmazlık sürecinde sivil hedefler bombalandığı zaman bu kurulda Birleşmiş Milletler Antlaşmasının 7. Bölümüne dayalı olarak Amerika’nın istediği bir dizi kararlar alınabildi.

O zamanki tek-kutuplu güç yığılmasında hiçbir devlet bu sözde “Amerikan Barışı”na karşı koyamadı. Yani, hiçbir başka gücün birden ortaya çıkan tek-kutuplu yapının önünde ayak diremesi söz konusu olmadı.

Ne var ki, bu tek-kutupluluk oldukça çabuk sona erdi. Her ne kadar, küresel Amerikan egemenliğinin yararına olmak üzere “tarihin kendinin sona gelip dayandığını” ve artık “Amerikan Yüzyılı”nı yaşayacağımızı ileri sürmekte çok acele etmiş olanları düş kırıklığına uğrattıysa da.

1990’ların sonuna gelindiğinde, Soğuk Savaş döneminde büyük güç konumunda olan devletler Güvenlik Kurulu’nun sürekli üyeleri olarak yasal haklarını yeniden kullanma erkini kendilerinde duydular ve böylece tek süper güç olan Amerika saldırgan askerî eylemlerini ötekilerin onayıyla değil, temelde tek başına yapmak zorunluluğunu duydu.

Amerika’da 2001 yılında yer alan saldırılar bu güne değin eksiksiz biçimde açıklanmadı. Güvenlik Kurulu’nun sürekli üyeleri arasındaki eylem birliği de sürmedi. Bu arada, 2003’de Irak’a yapılan acılarla dolu saldırıyı izleyen olaylar, en saf ya da sözde iyi niyetli gözlemcilerin gözünde bile tek-kutupluluğun yaklaşık 10 yılcık kadar kısa sürdüğünü kanıtladı.

21. Yüzyılın başından bu yana tek-kutupluluk yerini çok-kutupluluğa bırakıyor. Öteki kutupların içinde önceki iki-kutuplu düzenin büyük devletleri sayılabilir. Yani, hepsinden önce (Sovyetler Birliği’nin iskemlesine oturabildiğini kabul edersek) Rusya Federasyonu ve ayrıca Hindistan, Almanya ve Japonya gibi yeni güç odakları. Bunlardan son ikisi 2. Dünya Savaşı’nın sonucu nedeniyle küresel güç dağılımının dışında kalmışlardı.

Şu anda tanığı olduğumuz olay yeni güç yığılmalarının oluşmasıdır. Öyle ki, bütünüyle yepyeni olan bu oluşum küreselleşme katmanında da yapısal değişikliklere neden olmaktadır. Üstelik, Soğuk Savaş yukarıdan farklı olarak dünya siyaseti sahnesinde yalnız Avrupa ve Kuzey Amerika değil, tüm ana karalar da yeni dengenin içine girmektedirler. Bu yapılanmada eskiden sömürge olmuş olan ülkelerin katılımı da vardır.

Er ya da geç gözlerimiz önünde gerçekleşecek olan yenilik şudur: güç dengesi Avrupa – merkezli olmaktan çıkmakta, kısa süreli tek-kutuplu düzen hegemonyası geride kalmakta ve bu egemenliği yakın zamanlara değin sürdürmüş olan Amerikan devleti yalnızca “eşitler arasında birinci”likle yetinmek zorundadır. Kuşku yok ki, oyunun kurallarını bundan sonra artık tek başına kararlaştıramayacaktır.

İçinde bulunduğumuz küresel malî bunalım hegemonyacılığa özenen gücün gerçekte yıkılabilir olduğunu gözlerimiz önünde bir kez daha kanıtlamıştır. ABD’nin önderlik konumu, bağlaşıklarının gözünde bile bu devletin bunalımı durduramaması ve ortadan kaldıramaması nedeniyle ciddî biçimde zarar görmüş ve zayıflamıştır. Bu devlet sınır tanımayan güç kullanımı nedeniyle günümüzdeki bunalımı tetiklemiş olmaktan ötürü de eleştiriliyor. Sonuçta, askerî ve siyasal hegemonyası içi boş ve kısa süreli olmuştur.

Bu durumun somut bir örneği İzlanda’nın da karşılaştığı bunalım ve buna gösterdiği tepkidir. Bilindiği gibi, bir NATO üyesi olan İzlanda’nın parasal yapısı da bir yıkımla karşılaştığında, bu devlet NATO’nun küresel rakibi olan Rusya Federasyonu’na yanaşarak ondan büyük bir kurtarma kredisi istemek zorunda kalmıştır. Bu parasal bunalım NATO çerçevesinde yeni bir stratejik yerleştirmenin de habercisi olabilir. Böylece, çok-kutuplu yeni bir dünya düzeninin kapısı daha fazla açılmaktadır.

Yukarıda tanımladığım çok-kutupluluk daha şimdiden bir gerçek olmuştur. Bunun gene çok-kutupluluğa dayalı bir güç dengesi düzenine dönüşüp dönüşmeyeceği şimdiden söylenemez. Bu yöndeki eğilimi değerlendirirken sözcüğün felsefi anlamında gerçekçi olmak gerekir. Başka bir deyişle, kişinin abartmalara karşı durması gerekir. Unutmamalı ki, uluslararası ilişkilerin birçok gözlemcisi, içinde yaşadığımız durumları abartarak yanlış sonuçlara varmış ve belirli süper gücün üstünlüğünün sürüp gideceğine inanan Francis Fukuyama gibileri düşüncelerinde birden ve kapsamlı olarak geri dönüşler sergilemişlerdir. Küresel sahnede yer almış olan ve yakın gelecekte daha da etkin biçimde yer almayı tasarlayan eski ve yeni oyuncular arasındaki çok yönlü ve karmaşık ilişkiler çok-kutuplu bir güç dengesinin açıklanabilmesi için vaktin henüz erken olduğunu bize gösteriyor.

Ancak, şimdiden şunu söyleyebiliriz ki, “küresel çok-kutupluluk” en azından geçici bir dönem yaşamaktadır. Bunun sürekli sonuçlar doğurup doğurmayacağı, yani başka bir düzen yaratıp yaratmayacağı ileride belli olacaktır. Nitekim, nükleer gücün kullanımına ilişkin olarak ya da “Yeni Dünya Düzeni” kavramı üstüne yapılan tartışmalar “vaktinden önce” damgasını yemiştir. Bu bağlamda Amerika’nın kendini Soğuk Savaşı kazanan devlet olarak açıklaması da zamansız bir düşünceydi.

Bütün bunların Türkiye gibi bir devlet için doğuracağı bir takım sonuçlar da kuşkusuz var. Bu bağlamda her halde şu soru sorulmalıdır: Küreselleşme dediğimiz çağda çok-kutupluluğa doğru yönelirken Türkiye’nin konumu ve olası rolü ne olabilir?

Dışarıdan gelen bir yabancı olarak bu konudaki değerlendirmelerimi izninizle özetlemek istiyorum. Daha dün küresel bir hegemon olarak ortaya çıkmış olan bir devlet bu konuda yetersizliğini kanıtlamıştır. Tek-kutuplu bir dünya düzeni kendini artık zorla kabul ettiremiyor. Özellikle coğrafya ve siyasal açılardan duyarlı olan birçok bölgede o çevrenin güçlü devletlerinin ortaya attıkları yeni stratejiler var. Zbygniew Brzezinsky’nin kullandığı “Büyük Oyun” sözcüklerinden hareket ederek bu kavramın, Avrupa, Asya ve Afrika’yı kapsar bir şekilde, bölgesel ve jeopolitik etkilere açık olduğunu bilmeliyiz. Bu yeni gelişme, başka yörelere ek olarak, özellikle Kafkaslar, Orta Asya ve Ortadoğu için doğrudur. Buralarda çözümlenmemiş Filistin ile Afganistan’ın işgâli ve İran ile nükleer silâh edinme sorunu gibi çözüme kavuşturulmamış görüş ayrılıkları vardır. Türkiye bu bölgelerin arasına yerleşmiş önemli bir ülkedir. Bu konumuyla yeni bir Doğu-Batı yarışının, belki de çatışmasının sınırlarında yer alan etkili devletlerden biridir. Bu karşılıklı etkileşmeye daha yansız bir deyimle, yalnızca “dinamizm” de diyebiliriz ama bu çevrede (a) Rusya ve Batı, (b) Müslüman dünyası ve Avrupa (c) Arap ülkeleri ve Avrupa (ç) Arap ülkeleri ve İsrail gibi kutuplaşmalar söz konusudur.

Bunun yanı başında kültürel ve benzeri etkiler de söz konusudur. Ancak, Türkiye coğrafya yönünden yerleşimi, şimdiki ve ilerideki ekonomik varlığı ve askerî gücü yönünden dikkate alınması gereken bir ülkedir. Bu nitelikleriyle (a) hem Kafkaslar, Orta Asya ve Orta Doğu’da bölgesel bir siyaset oyuncusu olacak ve (b) hem de, Avrupa başta olmak üzere, Batı ile öteki jeopolitik birimler arasında bir istikrar öğesi rolünü oynayacaktır.

Önemli olan Türkiye Cumhuriyeti’nin (a) bölgedeki sınır komşuları ile bağlantılı olarak, (b) bölgenin kendi genel çerçevesi içinde ve (c) ABD, Rusya ve Avrupa gibi büyük güç odakları açısından nasıl bir dış siyaset izleyeceğidir. Türkiye tüm bu bölgelerde yalnız yakın erimli bir gelecekte değil, daha uzun bir süre içinde barış ve istikrar için görmezden gelinemeyecek önemi bulunmaktadır.

Gene önemli olan Türkiye’nin dış siyaset ereklerini, kendi bölgesini ve daha geniş olarak Avrupa kapsamını düşünse bile, kendi hakları ve çıkarları temelinde tanımlamasıdır. Anımsamalı ki, Türkiye aynı zamanda Avrupa’nın doğu sınırındaki bölgesel güçtür. Kendinin dışında hiçbir güç Türkiye Cumhuriyeti’ne kendi istencini zorla benimsetme yolunu denememelidir. Hele dışarıdaki yabancı bir güç odağının kendi çıkarına uygun olarak Kuzey Irak ya da Türkiye’nin Akdeniz siyasetini etkilemek için açık ya da kapalı baskı yolunu denemesi hoş görüyle karşılanamaz.

Küresel barışı ve istikrarı etkileyen ve çözümlenmemiş çatışmalardan ötürü ve ayrıca büyük devletlerin bu bölgeyi kendi üstünlükleri için bir büyük satranç masası gibi görmelerinden ötürü, Türkiye Cumhuriyeti’nin önüne dizilen sorunlar küçümsenemez. Ancak, inanıyorum ki, ister Kafkaslar’da ister Yakın Doğu’da olsun eski bölgesel rakipleriyle yeni ilişkiler kurarak Türkiye’nin ileriye doğru atacağı yürekli adımlar ve gene Türkiye’nin önde gelen uluslararası örgütlerinde hak ettiği konumu bu sorunların üstesinden geleceğinin kanıtlarıdır.

Bugünkü dünya düzensizliği içinde, yani tek-kutupluluktan yeni biçimde çok-kutupluluğa geçiş sağlanırken bölgelerin rolü daha fazla önem kazanıyor. Örneğin, Avrupa Birliği tasarısı Batı’daki birçok ülke kendilerini geleceğin çok-kutuplu dengesi içinde küresel roller oynayabilecekleri ayrı bir küme gibi görmektedir. Türkiye’nin bu oluşuma kendi ağırlığıyla katkıda bulunması kesinlikle gerekir. Yeni bir Doğu-Batı çatışması yaşanmak istenmediğine göre, Türkiye Kafkasya, Orta Doğu ve Orta Asya üçgeninde yeri doldurulmaz bir güçtür. Türkiye’nin bu yeni oluşumlardan asla küçümsenemeyecek kendi gücüne dayalı olarak, hem kendi haklarını koruyarak, hem de bölge ve dünya barışı adına gereği gibi yararlanabileceğini düşünmeliyiz.

*****